"Derin Devlet"ten "Derin Demokrasi"ye Geçiş

-
Aa
+
a
a
a

Gezi hareketi'ni değerlendirirken, geleceğe dair kazanımlar konusuna da bakmak gerek.

Birinci konu, hiç tartışmasız polis şiddeti. Türkiye'de elbette "iyi polis" örnekleri de var, ama emniyet güçlerinin kullanılmasında hakim paradigma, "önce vur sonra sor" bile değil, "vur yeter"dir. Bu bir haftadan beri böyle değil ne yazık ki, ama ancak bir haftadır, "Ben çapulcu değilim, polisle aramda sorun olamaz" diye düşünen kitleler için bir uyandırma zili çalmaya başladı. Twitter'da bunun sayısız ifadesini gördük; genç kızlar, üniversiteli delikanlılar "bunun bizim polisimiz olduğuna inanamıyorum" minvalinde cümleler kurdular. Evet, maalesef bu bizim polisimiz. Sürekli tehdit algısıyla yaşayan ve yaşatılan bir ülkede, iç düşmanlara karşı her zaman uyanık olunması gerektiği söylenen bir ülkede, bunun başka türlü olması belki zor; ama "iç düşman" kategorisinden artık kurtulmaya başladığımıza göre, emniyet örgütlenmesinde de insan haklarına daha saygılı bir yaklaşımın oturtulması artık mümkün olabilir.

İkinci konu, haysiyet meselesi. Ahmet İnsel'in doğru olarak saptadığı gibi, Taksim'i ve ülkenin diğer şehirlerindeki meydanları dolduran insanların çoğu, kendi başbakanlarının, onların gözlerinin içine baka baka onlara hakaret etmesinden, bunu her konuşmasında yapmasından ve her seferinde dilindeki şiddeti büyütmesinden büyük rahatsızlık duydu, alındı, incindi, inanamadı. ne yazık ki burada da, ülke tarihi açısından baktığımızda yeni bir şey yoktu. Evet, bu kitle (şahsen değil ama kategori olarak) 1980 darbesinden sonra belki ilk kez bu kadar aşağılanıyordu, ama kürtler, müslümanlar, müslüman olmayanlar cumhuriyet tarihi boyunca çok daha ağır ve sistematik aşağılanmalara maruz bırakıldı, hak mahrumiyetine uğradı, insan yerine bile konmadı. Bugün Gezi Hareketi’ne yerden göğe kadar hak ve destek verirken, bu genel perspektifi de unutmamak ve dolayısıyla da bu seferki mağdur kitleye özgü değil, sisteme yönelik bir çözüm için kafa yormak gerekli. bu da ancak, kimi zaman bir azınlığın, kimi zaman bir çoğunluğun, genelde de siyasal iktidarın ve devletin, bireysel hak ve özgürlüklere tecavüz edemeyeceği, ettiğinde cezasını bulacağı bir sistemle mümkün.

Üçüncü konu, Gezi Parkı ve Taksim Meydanı’nda son örneklerini gördüğümüz "ülkenin çehresini dönüştürme" çalışmaları. bunun bir kısmı ülkeye hizmet kapsamında, bir kısmıysa abdüllatif şener'in, "Erdoğan'ın eski silah arkadaşı" kimliğiyle dile getirdiği gibi şahsi menfaatler zincirini ihya etme kapsamında değerlendirilebilir. Ne olursa olsun, bunun da daha katılımcı bir yapıya oturtulmasını artık sağlamak gerekiyor. Erdoğan, hâlâ başkan seçileceğini düşünüyordur eminim, ama seçilmeme olasılığını da göz önünde bulundurarak, zaten kaçaktan mal kaçırır gibi gerçekleştirilen tüm "dönüşüm"lere daha da hız verileceği açık - bunun işaretleri daha şimdiden var. Kaldı ki Erdoğan'daki bu telaş, bu kimseye sormadan iş yapma hırsı, bence bir daha seçilmeme korkusundan değil, ömrünün yetmeyeceği korkusundan kaynaklanıyor aslında. Gezi Parkı konusunda verilen toplumsal mücadele, söz konusu dönüşümlerin daha önceki örneklerinde verilmemişti; bir yöntem olarak her seferinde bu kapsamda gösteriler yapılamayacağına göre (çünkü Erdoğan'ın hızına biz yetişemeyiz!), bu dönüşüm süreçlerinin, toplumsal onay mekanizmasını dahil edecek bir şekilde yeniden yapılandırılmasını sağlamak gerek.

Bütün bunları kim yapacak? başka bir deyişle, erdoğan'ın muhatabı kim olacak? yanıtlamamız gereken öncelikli soru bu. "şunu yapma" demek için gereken örgütlülük düzeyiyle, "şunu yap" demek için gerekli olan örgütlülük düzeyi çok farklı. Biçim olarak da farklı. Türkiye, "derin devlet"ten "derin demokrasi"ye geçişi böyle başaracak.